Mahşerin Dört Atlısı

   Evren’in harmonisi, bu kompozisyonun içerisinde dört dörtlük bir ritim üzerine yerleştirilmiştir ve henüz giriş kısmında yaklaşan korkulu günlerin gelişini sakince vurgulamak üzere dizayn edilmiştir…

   Çanlar titreşir ve kulağına fısıldadığım kehanetler her bir tonda boy gösterirdi. Sen parmak uçlarımda çınlayan maraton sesin yavaşça zihninin içindeki kurak arazide yankılanan sembolik izlere dönüşmesini seyrederken, ben de atlılarımla kantonun kıyısı boyunca o sesi seninle birlikte dörtnala takip edeceğim. “Sonsuz, karanlık bir karenin içerisinde dört temel kuvvete bağlı bir değişken olarak; Evren’in ağırlık merkeziyim.”

   Bu sahnede bana kader tarafından takmam için sahte bir taç, tozlu bir maske ve dik başlı bir at bahşedilmiştir. Komedyanın sonunda karanlık, kendisini tümüyle temsil edebilecek tek bir kişide sergilenecektir ve perde kapanırken Erdem’in buz gibi cesedinin üzerine düşecektir şahlanan gölgesi; bembeyaz olsa bile atımın yelesi…

   Öznesine yenik düşmüş çapsız söz öbekleriyle kurduğum mental yel değirmeninde patalojik bir kibirle elimde tuttuğum yay, ruhumla eşzamanlı bir şekilde gerilir ve kozmik bir pusula gibi gözlerindeki dipsiz derinliklerin semantik tekilliğine yönelirdi. Dolunay, düşünsel bir tözün karanlık terminolojisini Evren’in kalbine mühürlemişti ve kuşaktan kuşağa aktarılan o izafi bilmeceyi peyderpey ifşa etmek üzere gönderilmişti sonlu ok işaretleri. Bir filozof, ne çürütmek niyetindedir aşkın metafizik tezlerini ne de reddetmek zorundadır kiliseleri yıkan soğukluk bilimini. Gözlemcinin hileli raslantısal önermelerine direnen o septik değillemenin akabinde özgürce genişleyen eskiz, kabuslarında incelikle örülmüş dahiyane bir şiirdir; ancak buzlar sürtüşme ile aşınacak gibi değil…

    Bir noktayla başlayan merakı, kaçınılmaz sona kadar getirmişti artık bilinci. O “yasa tanımaz adam” yitik belleğinin eseri ve esiridir Erdem’in. Esrikti üstelik; eksik bir parçasıydı hafızamın, başkalaşan kelimelerin arasında susturuşmuş sarmal dizelerin ışığında anımsamıştı bilinçdışı merceği. Mahşerin endişeli sesine renk katmak için, Tanrı’nın bastırılmış notalarının eşsiz akustiğini gün yüzüne sereceğim. Sırasıyla kan, kin ve def getirecek süvarilerim.

Benim adım Deccal.
Herkesin kıyameti kendi elindedir…


   Bu yüzden ilk mühür kırıldığı vakit tan kızılı bir at gözlerimin önünde belirdi. “Masalın başında kan kırmızı bir ağaç görmek dolaylı bir cinayetin açık göstergesidir.” Hançer bu defa elime zorla yerleştirilmiştir ve çatlayan kabukları tamamen soymak, bir ihanetin açık yaralarını kapatmak için ideal bir tedavi girişimidir. Bir yılan, tüm tenini bir hatıra olarak başucunda bırakabilir ve kanatlarım ancak bir rüya kapanını dolduracak kadar tüy içermektedir.

   Zaman, damarlarımdan akan en zehirli mürekkep ve hala en kutsal görülerin sahibidir penceremde serbest kalan zamir. Ateş ve külden yayılan negatif enerjiyle çapraz bir tepkimeye girerken; belleğinden soyutlanan çalkantılı sahneleri buharlaştırarak, bilincime davet etme eğilimindedir zifiri yaratığın göreli iç sesi. Beklenen bir hesaplaşma sırasında kendisine Evren’den barışı kaldırma yetkisi verilmişti. Bir sigara yakıp onun tüm suçlarına büyük bir keyifle ortak olabilirim; geçerken gözlerimin önünden karanlık bir bulut gibi, geçmişin izleri…

   Benliğimin merkezinde yosun tutmuş zincirleri bir arada tutmaya çalışarak bilincim nereye kadar sağlayabilecekti tek başına birliği? Bölünemeyecek yapıtaşlarına kadar ayrıştırsanız da can çekişen hücrelerimi, bir alışkanlık olarak parçalanabilirim…

   Hiçliğin ortasında seyreltilmiş çelimsiz bir nokta, kendisini anlamak için sonsuzluğa başkaldırma cüretini göstermiştir. Kötücül bir ejderha için için, karşıtıyla karmaşık bir rekabet halindedir ezelden beri. Bu diyalektik ruhumun devinimi için sağlıklı bir devrim niteliğindedir. Yıkım, Evren’in sentetik yapı malzemesi olarak görülebilir veya gündönümünde talihsiz bir sentez olarak, mükemmel bir kıyameti üzerimde oldukça şık bulabilirdim… Kim miyim?

Benim adım Savaş.
Tüm yolların hakimiyim, gelin göstereyim…


   Sabahları uykundan uyandığında titremene neden olan o soğuk bilinç durumu, imgelerinde yiten asık yüzümün şiddetli belirsizliğidir. Yaşamın kaynağı göğüs kafesimdeki boşluğun kısır döngüsünde sönerken, bir ruh daha ölü sinapslarımın arasındaki karanlık ormanlara dahil edilecekti Evren’in sonunu iştahı tükenmez bir karadelik mi getirecekti?

  Kararlılıkla hecelediğim fraktal gerçekliğin mistik yörüngesinde birbirlerine kenetlenmiş yerinel parçacıkların arasında sürüklenmekte olan sanal yıldızların rüyalarında gözlemlenen çekimser bir esin ve gökyüzünde gürleyen şiddetli bir esintiydi büyücünün çoğalan nefesi. Tenine dokunduğu zaman bütün hücrelerin uyuşur ve varlığın sınırlarına kadar çekilirdi ellerin. Dolanıklık ilkesinin doğal sonuçlarından biri olarak iç içe geçmişti eklemlerimiz ve hareketsiz bir atom modeli, bu koşullar altında mutlak sıfıra inen küstah bir tutum olarak yorumlanabilirdi.

   “Sinir uçlarında ateşlen masum görünümlü ikonik bir mecaz, bazen ufak bir dokunuşla şuurunda kısmi bir türbülansa sebep olabilir. Kendini sesimin akışına bıraktığın böyle bir anda vakitsizce seğiriyordu gözlerin. (Ve eğer şansı yaver giderse tüm deneyimi olduğu gibi hatırlayabilir.) Benliğinden aşağıya sürülmüş o mülhem sandalın ucunda gölgesini azad edip, usul usul geçiyor parıldayan kozmik şehri ilham perim…”

   Elimdeki terazinin ölçü birimi bir avuç zamanla eş değerdir. Gecenin kasveti, atıma ve şeffaf göz kapaklarına rengini ödünç verir. Bu sırada zihnimden geçen düşünceler, hoyrat bir aşkla süzülen asılsız gözyaşlarının yerine geçmektedir. Sen ise sırt üstü uzanmış ve usulca üzerinden geçerken o donuk nehrin, buzların arasında sıkışmış ışık demetlerini tüylerinin diplerine batırılmış birer toplu iğne gibi hissedebilirsin. Bir yandan buzulun kusurlu piramidinin zirvesine parmak uçlarında yükselir ve bir yandan gördüğün düşün erimiş sınırlarından aşağıya doğru yavaşça düşerken; irkilerek uyandığın tarifsiz bir kabusu hiç düşünmeden Evren’e anlatabilirdin.

   Oysa bir sabah gürültülü bir rüyadan uyandıktan sonra, korkunç bir operasyonla ruhumdaki tüm dikişleri aldırabilirim. Giderek gerçekleşen bu hayali metindeki nevrotik sorgulama üzerine içten bir çözümlemeyi kesinlikle hakettin; fakat kafatasımda bunca zamandır biriktirdiğim kederi tek gecede seninle paylaşacak değilim…

“Tanrı, hiçlikten esinlenen bir şair ve Erdem, kaygıdan beslenen bir caniydi…”

Benim adım Yokluk.
Acıya yeni bir anlam getirdim sizin için…


   Karanlığı dört temel renge ayırdı gecenin şefkatli elleri ve bu ontik cetvelde ana fikir olarak gözlerimin en açık tonunu işgal etmekteydi “Korkunun Rengi.” Ölümün soğuk yüzü, çürümeye yüz tutmuş bu hüzünle birlikte atımın soluk tenine somut bir tebessüm gibi yakışabilir. El ele gezdiğimiz o düşsel mezarlıkta, üzerine bastığımız her noktada simsiyah güller biterdi ve birbirinden uzaklaşan ayak izleri ile iyeli gölgesini istismar eden süptil dikenleri bilinçsiz bir bağ üzerinde sivrilirken büyük ölçüde kaostan beslenirdi. Düşen yağmurun bahşettiği toprak kokusu, köklerinin altında tek başına uyuyanlar için büyük bir mutluluk sebebi olsa bile hepsi kısa bir süre sonra silinip gidecekti.

    Unutulmuş kehanetin buğulu bahçesinde, zamansız kıtalara ayrıştırdığım bu güzide bölümün sadık bitki örtüsü günah olarak belirlenmiştir. Kurumaya hevesli yapraklar, çaresiz bakışlarla gözlerini toprağın altına doğru dikmiştir ve ecel kusursuz bir ruhun sevgisine elbet bir gün karşılık verecektir. Yanılsamanın derinliklerinde yankılanan boşluklar, yalnızca yalansız nesneleri karşılayan romantik ögeleri ayırt edebilmen için değil: Ayrılık; kaosun üzerinde doğuşundan beri Evren’in müstakbel kaderidir.

“Tarih tahayyülden ibarettir…”

   Erdem, devredilen bir varlık gibi, bir başkasının gözünden kendi belirsizliğini gözlemlemektedir… “Geceleri vicdanımı bir başka mezarda sabahlamaya rahatlıkla ikna edebilirim.” Bir kahin ellerinden tuttuğunda anlatacaklarının ağırlığını histerik sancılar olarak bedeninde algılayabilirsin. Bu aşamada ruhunda bir salgın gibi yayılan enzim, kaygının kurucu elementidir. Sarsıcı bir nöbetin ardından gözlerini terk edilmiş bir kovanda veya yaşlı ormanın kabuklarından yapılmış bir tabutta açabilirsin. Hırçın bir arı, nereden baksan felaketin vektörel bağıntılarını imkansız bir hata payı ile hesaplayabilir. Ne de olsa tüm bu yolu avucunun içi gibi bilmektedir…

   Hesap günü geldiğinde mahvolacak olan da bendim. “Ölmüştüm, ama işte sonsuzluklar boyunca dirildim.” Ormanın kalbinde, mantığı sorgusuz çarmıha gerdim. Yaşlı yanardağın zirvesinde yaşayan asırlık korkuluğun üzerinde ıslak bir karga belirli aralıklarla titremektedir. Kahin, bu sırada sol elini nazikçe omzuma yerleştirir ve aklımdan geçen tek soruya keskin bir cevap verir:

“Korkma; ilk ve son benim…”

   Yaşam ağacının alev alan kabukları gökyüzünde kırılgan yıldızlar gibi parıldarken; yükselen alazın görkemli güzelliği karşılaştığında Evren bilincini kısa bir süreliğine yitirir. Güneş doğmak üzeredir. “Karşılaşmamız bu hikayede senin için kaçınılmaz son olarak betimlenmiştir.”

Benim adım Ölüm.
Tanrı’nın göz bebeğiyim…