Karanlık Olanı Diliyordum

   “Karanlık olanı diliyordum; çirkin ve soğuk olanı…”

   Pencerenin önünde rüzgardan titreyen mumun alevi halüsinasyona neden olmaz belki ama biraz çabayla karga olunur bu odada. Serin bir vadide yaşanan “metaforsuz aşkla” yükselmiş kozmik belirsizlikler ormanının eteklerinde yapılanan freudyen bataklığın içine saplanmış sırtlanın hatırı için, gözlerine yem olunur. Satır başında tebessüm eden sağduyulu imgelerin, derinleşen ilham kaynağına neden içten içe yaklaştığını şimdi daha iyi anlıyor musun? Yansımasına kin kusmuş alter varsayımlara yataklık eden tüm kavramsal tutanaklar bir köşede dursun; son dileği efsunlu bir halhal olan şu masum örümceğin ilkel ağında, ev olunur olsa olsa bu bacakta:

   –Dövme olunur…

   Hangi ayağına uyacağını bilmese de boynuna urgan olur. Güzellikle tercüme edilse, sanki çıldıracakmış gibi bakan sağın okun aklı gölgesine zarar; ancak belleğinde titreşen vakur bağlar akabinde hikayede tutarlı bir mertebeye erişene kadar, karar ediminin katili olur. Amiyane beklenti ile karalanmış mümtaz geleceği durgun kış uykularında sayıklayan ilginç bir şarkıyla başlıyor kavgam. Kara öğretinin rehberliğinde sararmış sonsuz bir yalana aldanan kaderin mistik şartıyla donar zaman; “Kaygı” doğar Valhalla’da ve mitlere dahil olur.

   İşte tam da böyle bir anlaşma yapmak istiyorum seninle mum ışığında:

   Siyah bir deftere hiç düşünmeden yazılacak ve hafızamızın tam orta yerinden “kurşundan” kalemlerle kendimizi vurarak; intihar süsü vereceğiz ayrılıkla koşullanan başlangıcımıza. Işığı ayıklayıp, kendimize ölümsüz bir mühür yapacağız avuçlarında eriyen günahlarla. Avutulan çarpık bir sembol üzerinde küstahça temsil edilmeye hazırlanmış metafiziksel mezarlıkta fena halde yalpalayan bu çok-sesli/işgüzar kelimeleri antik zehirde damıtarak, engebeli zeminde abes canavarlar tasarlayacak; dağınık bir şekilde aktarılan hazin esinde çağlayan eşsiz bir sentez yaratacağız günbatımında. Bizden gelecek katil ve “arı” ırka kovan olacağız bir kez daha.

“Ağzımızdan bal damlayacak!”

   Son bir kez birbirimizin koynunda yılan besleyeceğiz. Çıngıraklar hediye edeceğiz çocuklarımıza, çığlıklar eşliğinde masallar öğreteceğiz. Ebediyen ağarmaya mahkum edilmiş ontik çıkarımın dehlizlerinde özüne dönebilmek için, zihnine ziyadesiyle zulmeden soğukkanlı ejderin uzun soluklu mütebaki sevişmelerinden bahsedecek; kağıt üzerinde sessizce ağlayan nesnel yıldızların altında kendi kuyruğumuzu yiyecek ve yeniden doğacağız bir boğanın puslu ciğerlerinde.

   Nesillerce öteden sabırla anılan bu buzul kehanetin cesaretiyle yazdığımız malum kitap ya saklanacak kraliçenin astral sandığında ya da her ne kadar tehlikeli de dursa, tarih boyunca hep baş ucunda kalacak. Metadolojik pişmanlıkla asla telafi edilemeyecek eksik bir hatıranın esefsiz adıyla depreşen o zanlı dolunayı karamsar denizde boğacak, burnundan geleceğiz yakamozun bu kez:

   -Elbet, son bir kez daha.

   Gecenin geç saatlerinde, kalbi hiç kırılmamış öfkeli cadıların terapistlerden korkmadığı fantastik romanlara popüler bir fikir olmaz bu çağda bizden; ancak biraz suç işlemeye vaktimiz kalırsa eğer eski bir hücrede kanser oluruz. Bilinçdışında pekiştirilen sersefil zulmette soyunarak parçalarına ayrışmış ezoterik şiirin ortasında çıkan kıtalar-arası deneysel savaşta kaybolur ve eylemsi skalada öznesini sadece mecazi manasıyla teselli eden felsefi bulmacanın derinliklerinde enfes bir kafiyeyle yok oluruz.

   Zahmetli bir ritüelle aydınlanan karanlık dilekçede saklı, ıssız hatalarla aktarılan hoyrat bir cümle; kendine mutlaka dokunaklı bir son bulur. Dalgınlıkla yetiştirilen cevap, muson rüyaların sınırlarında ender bir hayale tutunur. Varlığı azametle unutulan ihtiraslı ışık, üfleyince savrulur.

   İşte tam da böyle anlaşmak istiyordum seninle mum ışığında: Karanlık olanı diliyordum.

   Pencerenin önünde, mükemmel bir kıyamet bekliyordum…