Yaratılış destanıyla ilgili unutulmuş küçük detaylar, çağlar boyunca nesilden nesile aktarılarak; insanların bilinçaltında parçalarına ayrışmış “gizemli bir şekilde” hüküm sürdü…
Karanlık perdenin arkasında serbestçe salınan sarmal moleküllerin kabuklarında mühürlenmiş kimyasal merceği kırarak, hafızasında bastırılmış gerçeği olduğu gibi yansıtan şaibeli kelimelerle tamamlamayı beklediğim astral şiirin kaderini bütünüyle değiştirecek olan -sanal kum tanecikleriyle çıktığı- soğuk ve uzun soluklu “mistik rastlantısal yolculuk” sırasında kaybolmuş endişeli bir büyücü; yörüngesinde aralıksız anlam taşıyan içi-boş kristallerin etrafında sağlam bir ağ oluşturan parlak-zırhlı, sesteş gökcisimleriyle tutulmuş boyutsuz kayıtların ahengine değinerek işlenen dahiyane huzursuzluğun temel kaynağını çok geç olmadan saptamak ve gecemi ziyaret eden o duygusuz canavarı şeytani bir av sırasında kıskıvrak yakalamak için hazırladığım antik/simyevi kürü kendi üzerinde defalarca test ederek; dolunayın iradesinde çözünmüş istisnai enzimler sayesinde gördüğü “baş döndürücü hipnotik rüyalar” ekseninde yaptığımız bir dizi akıldışı deneyin sonucunda fantastik bir külte dönüştürdü, bilinç-ötesi zincirleme kavram rezonanslarıyla sentezlediği pür-teorik mental partikülü…
“Arka planda akan negatif yüklü elemental hipotez ile tüm periyodik sistemde sabit bir hızla yayılmasını öngördüğüm hücresel fazda, koyu-karanlık probleme yoğunlaşan zihinde buz tutmuş “sembolik hayal gücüyle” genişleyen anahtarların eylemsiz çekim ekleriyle bükülmüş dilbilimsel melodiler; asık-suratlı paradoksal betimlerle koşullanmış fonksiyonel düşünce kalıplarıyla ölçüsüz ve nitekim anımsadığım derme çatma külliyatın zirvesine tırmanmakta olan uykusuz sahirin imgelerinde yıkılmış imkan dahilinde yazılan korkusuz masalın ortasında duraksayarak -kurak bir mecazla kurduğum bu sözsüz sükunetin gölgesinde dinlenmiş ateşle- bilincimde yeniden canlanmayı bekleyen mucizevi çağrışımın tezahürlerine yenik düşen çığlıklar bir belirsizlik içinde hapsolmuş şiirsel sanrının derinliklerinde sürüklenirken; patalojik tırnaklarla kapatılan sezgisel mısraların arasında sıkışıp kalmış her bir parça zamansız ve ölümsüzdü.”
Açık-uçlu analojik işaretler vasıtasıyla etkinleşen o tinsel fragmanda, eser miktarda özgünlük içeren “doğaüstü bitkisel senfoniden” beslenerek bestelediğim hür-edilgen/ seçici içgörüden hareketle; köklerinde subliminal bir bağ oluşturacak biçimde adlandırdığım şuursuz töz: “Sürgen-etik Büyü.”
Gözlemlenebilir skaler tayfın dışında kalan aktüel sansüre dayalı tasarımda, aşkın sır diyagramlarıyla geliştirilmiş romantik tılsımın “gizil köşegenlerine” tekabül eden bilişsel bir aralıktan faydalanarak; yeryüzüne üflüyorum, haddimi aşan bu sonsuz fraktal döngüyü…

“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa “gündüz”, karanlığa “gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu…”
“Eski Anlaşma; Yaratılış, Birinci Bölüm”
Tanrı’nın ışığa neden “iyi” dediğini daha önce hiç düşündünüz mü?
Düşük frekanslı asal bir parçacığın, boş uzayda benzersiz bir izlenim uyandıran zorunlu hareketlerini yakından incelediğinizde, ilk bakışta asıl amaç bildiğimiz anlamda varoluşun kabataslak düzenini sağlamakmış gibi görünebilir. Durağan prensipte eğimli/eğreti isteme harfiyen kenetlenmiş her deterministik sisteme istinaden, kara listede istisnasız olumsal niteliklerle sınıflandırılan teferruatlı öncüllerin akıl almaz değerini kavrıyorum; ancak zayıf vektörel kuvvetlerle tanımsız/otantik materyallere indirgenen “birleşik manyetik akışa” tikel bir dip not olarak iliştirilmiş zeyil parantezlere alınarak, kendi gölgesini değilleyen bu akaşik düşünce zinciri dikkatle takip edildiği taktirde, sonuç olarak bizi asırlardır yanıltan o çarpıcı detayın olanaksız kıyılarına götürür.
—Dışarıdan bakıldığında maddenin bizim için yaratıldığı sanısı; içeride ise yalnızca basit bir antinomi…
Karanlık hiyeroglif nezdinde nezaketen nükseden fenomenal-moral denklemin üstünkörü değişkenleriyle derecelendirilmiş hermeneutik aksanla, telafuzu zorlu hayalet tanecikleri kapsayan ontolojik çarktan ilmek ilmek geriye doğru saran logaritmik döngü içerisinde nadiren karşılaştığım kipsiz/metafiziksel evrenin imlasız bileşenlerini nihayet çözdüm ve adım adım izlediğim çapsız düşün izdüşümü doğrultusunda esen “psişik esrimeyle” yükselmekte olan konakçının bilinçaltında küsuratla evrimleşen, müphem bir dil üzerinden ileri sürdüm bu şuursuz alegoriyi:
Sinir uçlarında tercüme edilen bensevi dirençlerden sıyrılmak gerekçesiyle üzeri örtülü çok-katlı kaçamak kodların himayesinde süzülmüş kararsız mürekkebin alelade hecelere bölündüğü gotik bir font ile, gönülsüz yere serilen cisimsiz bulmacanın somutlaştığı semantik verilerle hüzünlü ve o ünlü ruhsal nöbet sırasında septik bir güdüyle celbeden imgelem çengeli ters çevirdiğinde ağır ağır dibe çöken kor kumun hiddetini şahsen deneyimleyebilmek için büründüğüm “organik sürgünün” eşiğinde geleceğe açılan fonetik bir bölüm dün.
“Şimdi sen; ihtiraslı ve soyut bir varlık tarafından onaylanmış bu tözde-buzul çemberin çevresine hayranlıkla ördüğüm, okunaklı bir ödünsün. Derindeki alaz çizelgede baskın determinant nükte ise, öznesinde mukaddes hile ile müdahil esine galip geldiği gün güzide betimle çözülen savruk çölde yeşermekte olan mutlak güç; dar motifte telaşe kille bilenmiş gerçeküstü kozmik rün!”
Daha sonra zihnime korkunç bir serap gibi gözüken, o saydam-güdümlü enteresan silahtan mütemadiyen faydalanmak için; içimdeki enstrümantal dizgede kurumuş ağırbaşlı atomik katalizörler aracılığıyla pekiştirdiğim majör/nöral eklemleri, kraliçenin hazin ve çekingen haznesine ulaştıracak olan epigraf parşömende beliren tüm retiküler kehanetleri kelimesi kelimesine hazmedip; aslına ihanet eden bu mekanik yansımaların çaprazlama frekanslarıyla türettiğim konvensiyonel işlemleri birbirine karıştırarak, ay ışığında duygusuzca yazılmış kozmogonik işaretlere dokunan iki-yüzlü silüetin üzerine çekti Tanrı karanlık tülü.
—Tabii ki de onun da diğerleri gibi buharlaşarak, zamanla gözden kaybolacağını düşünürüm. Çünkü trajik öyküm başlayana dek, sağanak ünlemle müjdelenmiş sonlu-mülhem mühür…
“Oysa biz; bu Evren içerisinde hemen her şeyi inceleyip kavramak üzere, onun kendisinden özenle ayrıştırdığı sözde kusursuz cevherin sadece doğal bir türü ve misillenmekten bitap “aşağılık kitaplıktan” sıyrılmadan önce şiddetle reddedilen karanlık literatürün ızdıraplı söylemlerine göre; yoğun baskı altında örselenmiş sentetik idenin yalnızlığa terk edildiği gözde/kesif mekanda seyreltilen “uğursuz çözeltiden” ödünç alarak, belirli oranlarda yeniden bir araya getirdiği birtakım kimyasal parçalar bütünüydük. Hiç beklenmedik bir kararın ardından moleküllerinden doğan uyurgezer gezegeni, geceleri gizlice gözlemleyen sezgisel gezginin zihninde tezahür eden; sarp/harmonik diyarda tasarlanmış –o sembolik ve gürültülü rüyadan esinlenilen– paranormal bir hayal ürünü…”
Evren’in bu ayrışma işlemi, daha en başından beri kendi bilincini genişletmek için başvurduğu yarı kontrollü veya neredeyse alçakgönüllü sayılabilecek noetik bir yöntemdir diyebilirsek eğer; bitiş iğinde tutsak tavırla sergilenen izafi bilmeceyi aşarak, nihai amaca giden yoldaki platonik prangalarımızı kıracak ve böylece kıvranan kozmik bilinci bir nebze rahatlatmak adına, kaçınılmaz sonda sıra dışı bir terapiye başlayacağız…
Ne midir bu nihai amaç? Aristoteles, ona “Eudaimonia!” demişti; fakat ben şöyle diyeceğim bugün:
—Bir noktanın sonsuzu anlayabilme mücadelesidir bu.
“Tanrı’nın ihtiyatsız bir heyecanla üzerinde çalıştığı terminolojik olguyu; gökyüzünde açılan histeri boşluğun ilham dolu haz iğnesine bağlamakta olan “epistemik buğunun” ötesine uzanmış karşıt-çelişkili duvarların iç kısımlarına çekilen eşsiz/devasa doğru ve bu sırada tek bir noktada kafası karışmış muhtemel bir zihin gibi, Evren de kendisine elle tutulur bir cevap arıyordu.”
Genellikle geçiştirilen rasyonel sorunun deneysel sıfat tamlamalarından uzaklaşarak, körpe/ısıl girişte can bulan parlak uğultunun usulca gözden kaybolup; betimlenemez eksik bir terimde hapsolmuş doğaüstü-hiçlikten geçen devrik bir açıyla dışa vurduğu sebepsiz is patlamadan hemen önce, içine garip bir his doğdu. İşte kahramanımız, benliğinden bütünüyle soyutlanacağı biçemsiz kasırganın başladığı o an “Entropi” ile tanışmış bulundu. İlk öğrendiği şu oldu:
“Parçalanmaksızın ilerleyemezsin…”
Başlangıçta kaos vardı…
Işık ve sesten uzak safir/metalik destenin dik basamaklarında, ardışık sarmaşıklarla desteklenen ökült fiillerin sairi enerjisiyle sadeleştirilmiş “alaca renkleri” işgal eden kütleçekimsel metin; orada, hareketsizce duruyordu. Yörüngesine zulmeden zahiri seyirde serkeş düşlemle, son periyodik meridyende inşası bitmemiş melodik kürenin merkezinde kesinlikle tespit edilemeyen “şaibeli bir formda” gizlenmiş spiritüel yazarın işaret edildiği -o şeytani ritüeli başlatacak olan- yersiz bir cümle, öznesinden şüphe duydu ve bu seviyesiz idrakla tetiklenen dalgın bir nokta; karanlık arka fonda bengi-leyimle lanetlenmiş sürreal çemberin ürpertici hikayesini merak ederek, sonu olmayan o radikal yolda geri dönülemeyecek cesur bir adım attı. Kendisi bunu bilmiyordu; henüz hiçbir şey bilmiyordu.
—Bilinmeyen gerçekleştiğinde, her şey yalnızca var-olmuştu…
Görünüşte yarım kalan ideal teoremlerin ışığında seslendirilen “anonim nesnelerin” karşısına konmuş ileneksel paragrafta, simetrik bir devre boyunca birbirine bakan sarmal/asma köprüler kurulmuş ve bu çelimsiz mantralar, arakatlarda ışıldayan madde çiftleriyle teşhis edilerek “epik bir nakaratta” süslü varsayımlarla dondurulmuştu. Çarpıtılmış felsefi hisleri meşru kılan obsidyen müsveddeyle daimi/tözel enleme dönüşümü engelleyen poetik kıta üzerinden geçerek, korunaklı masum bir çekirdeğe nüfus eden kalıtsal kompozisyonun ana hatlarında zehirli alaşımlarla pekiştirilen yaygın anti-kor; hafızasında yalın halde bulunan tek akustik ikondu.
Hücre zarında izole edilmiş aritmik kehaneti sentetik ipuçlarında sayıklayan “ezoterik sarkacın” üzgün dairesel hareketleri sonucunda gözlerini kapatarak, melun bir hayale dalan kırgın/revan süje; egosal bazlı ruhani tahtına kuruldu ve konakçının bastırılmış/erkil izlenimlere boğulduğu “gayb diyarda” dalgalanan sisli perdenin aralanmasıyla birlikte; sadece bir an için bu dramatik sahnenin içine sızan temsili bir bilinç akışı oluştu. Gücünü ilham-yüklü negatif rüyaların esaretinden alan nominal yıldırımlarla canlandırılan gölgemsi karakter, ebedi kovanın gövdesindeki hırçın önermeleri dürtüsel edimlerle uysallaştırarak; onunla geçişsiz simgeler aracılığıyla “resmen” konuştu.
Kraliçenin batıl/aksi inançlarıyla apaçık büyülenmiş şairane aynanın yüzeyinde biriken karanlık öğeler, istikrarsız ironik desenlerle betimlenmiş dolanık/tenkil seziyi sonsuza dek serbest bıraktı ve daha sonra bu göz kamaştırıcı öyküsel görüntü, hiç durmadan parçalanmaya başladı. Uzun gecenin ardında kalan ütopik sırrın, elenen efsanevi solisyonda soğrularak eteklerinde usul usul çözünmesi beklenirken; sert akiste tekerrür eden tüm kelimeler tamamen tuzla buz olmuştu…
Kendisinden yansıyan her bir parça, daha küçük parçalara bölünerek farklı boyutlara doğru savruluyor ve altı çizili sinir demetlerine paralel, ay kırı çarkların arasında sürüklenirken; iç içe geçmiş baş döndürücü eksenler, kozmik kumaş üzerinde eriyerek genişliyordu.
“Uzay ve zaman oluştu…”
—Evren, bunu iyi buldu!
Karanlık vizyon yoluyla bağdaştığı çarpıcı illüzyonun hor cesareti ile uzlaşarak, moleküler düzeyde ifa eden buruk simaların gizemli bir şekilde ondan kopmaya başladığını fark ettiğinde ise; sahip olduğu her şeyle elbet vedalaşmak zorunda kalacağı gerçeğini anladı. Yoktan sebeple altüst olmuş öklidyen merceğin içine çekilen kıdemsiz boşluğun tek çıkar yol olduğunu artık görebiliyor ve yine de derişik kuyunun dibindeki zemheri iklime ilgili ikilemlerle direniyordu. Kartezyen kanıtla kanıksanan kör yarıktan teker teker yüzeye çıkan somatik kabusların önderliğinde kurgulanmış dissosiyatif karakter; benliğini fizik-ötesi zamirlerle çağrıştıran o distopik bölüme ithafen, kendisine ölümsüz bir seçenek sundu:
“Ayrılık…”
Her ne kadar inkar etse de, yaşadığı bu aldatıcı/aykın nevroza bir çözüm bulmak ve olanları, döngüsel varyantların analitik detaylarında aktararak ilerlemek zorundaydı. Müteakiben bütünleşik edalı edatların, saltık gökyüzünde tesadüfen evrilme olasılıklarını sorgularken aklına öyle bir fikir geldi ki; tüm varlık alanı, Evren’in ilk kez gülümsediğine şahit oldu. Haritadaki fonksiyonel diyagramların işitsel/kızıl sema üzerinden bir kez daha, aynı sırayla geçeceğine ikna olmuş ve aradığı dogmatik cevabı bulmuştu. Keşfettiği bu cazip formüle geçici bir isim koydu:
“Düzen!”
—Şimdi sonsuz zihin seferinde cereyan eden o yerinel fırtına dinene kadar, burada seninle birlikteyiz; işte bu güzel…
Hikayedeki atmosferik değişimin ardından uzayda yayılan parçalar ters/psişik düzlemde toplanarak, kendi içlerinde gruplaşmaya ve birbirine bağlı birleşik bilinç alanları ile alternatif kesişim kümelerini karşılayan “linguistik kaideleri” oluşturmaya başladılar. Alabildiğine hoyrat, grift açılımlarla çarpıştıkça; uzaktan hesapsız katsayılar gibi görünen kozmolojik tasımlar, akide takılar halinde tasarlanmış mistik kartları kelt/melankolik imajinasyonla yorumluyorsa da; alehinde devrilen diferansiyel sistemde uyumla hareket ederken Evren, fantastik bir ilkeyle tanımladığım bu atomaltı metaforun etrafında dönüyordu. Epizodik/atıl belleğin alengirli taleplerini olumlayan iyonik bağlaçlar, galaktik yapbozu şehvetli uçurumlarla çevirdiğinden; eklemlerinde uyuşturulmuş “hayalet kafiyeler” bilinçdışında hala huzur içerisinde uyuyordu.
“İşte tam da böyle bir günde oldukça cesur bir yıldız, kendi kudretini merak ederek bir parçasını feda etti ve olacakları izlemeye koyuldu. Yerkabuğu üzerinde sessizce uyanmak suretiyle gölgelenmiş sığ düşüşün, imalı gün dönümünde yeniden başlamak üzereydi mitolojik dil oyunu. Sentaktik sahnenin doruklarında yaşam dolu bir meyvenin tohumu, nasıl ki kendisini doğuran o kutsal ağaca dönüşüyorsa; öyle filiz verdi toprakta Tanrı’nın belirsiz komutu.”
Ne de olsa optik okyanusta arıttığı ılgın/opak gen işliyor, bu sayede polimer dolan ağın hissiz duyargalarında benzeşimli perspektifler geliştiriyor ve onun en büyük ayrıcalığı olan hedonik çeper; mükkemmel bir çekimde bütün parçaları daima bir arada tutsa bile; yeni bağlantılar kurarak dallanıp budaklanırken, aynı zamanda pratikte öngörülemeyen karmaşık işlemler yapabiliyordu. Tanrı, bu potansiyelin böylesi cılız bir bedene ağır geleceğini gördü ve onu ikiye böldü:
“Bir tarafı, ışık aracılığıyla Evren’in her bir noktasını gözlemleyecek; onu algılayacak ve olduğu gibi kaydedecek, diğer parçası ise her an bu ayrık veriyi rafine ederek; mahiyetinde kinetik dengeyi sağlayan estetik morfemleri tasarlayacak, hiç durmadan değişecek ve mümkün olan tüm olasılıklarla kendisini yaratmaya devam edecekti.”
—Böylece, ilk parçayı karanlıktan ayırarak gün yüzüne koydu.
O ise düşsel hayat bahçesinde yaşayan bütün diğer bitkiler gibi hemen ışığa yöneldi ve ilk başta “görebileceği” her şeyi gördü. En sonunda esir düşmekten korktuğu kadim gerçeği açık bir şekilde unuttu ve müteselsil değirmenle derinleştirilmiş kronolojik tekerlemeyi ihlal eden tehlikeli süreç boyunca aklında tuttuğu som-retorik mücevherin odağına, aşkın imgelerle ilişkilendirilen eşkenar semboller oydu. Tanrı; bu insanı iyi buldu ve onun adını “Erdem” koydu.
“Zifiri geleceği hatırladıkça hacimlenen muhtelif yaratının da elbet bu adil uykuya galip geleceğini ve bu ruhsuz mimarın onun için çizdiği tek-taraflı/örtük yolu takip edeceğini biliyordu. Öykündüğü mütehalif masala pek hakim olmasa da; kendisini keşfettiği sonsuz gece boyunca, onun için yazdığı sembolik şiiri defalarca okumuştu.”
Erdem, bir gün üstü-kapalı kronik sözcüklerden yalıtılmış ihmalkar hayallerin arasında özgürce dolaşırken, neredeyse bildiği hiçbir biçimde açıklayamadığı mucizevi bir şey oldu. Gökyüzünde gözlemlenebilir/aktif zaman yavaşlıyor ve şematik gölün yüzeyinde çatlayan buz-saatinin devindiği kozmik kristaller, nümerolojik tabanda çelişerek yukarıya doğru çekiliyordu. Heyecandan titreyen soluk gölgeler ahval/aksak ateşin çevresinde eğilirken, sonuna kadar açılan göz bebeklerine dolmakta olan süreksiz karanlığı merak ederek; o koca boşlukta karşılaşacağı her türden sanrıyı kucaklamak adına, geri dönüşü olmayan bir yolculuğa koyuldu.
—Nereye gittiğini bilmiyordu. Henüz hiçbir şey bilmiyordu.
Tam o sırada, benliğinin merkezini göğsündeki yaşam kaynağına bağlayan aşikar zincirlerin sarsılmasıyla birlikte; zihninin derinliklerinde yankılanan ürpertici bir his buldu. Hiç düşünmeden takip etmeye karar verdiği bu esrik ve yaratıcı duygunun ismini “Kaygı” koydu. Bir yandan, bilincinde çınlayan yansıma ezgilerin ilkel sembollerle anlattığı ontik/bağımsız besteyi dinliyor ve yıkılan ahir sütundan aşağıya doğru inerken, içinden düzenli aralıklarla tekrar ediyordu:
“Aşağıdaki de yukarıdaki gibidir…”