Uzay-zamanın hiçbir noktasında veya o zihinsel bilinç alanlarının herhangi birinde asla var olmamış, hiç doğmamış ve saltıktan tamamen bağımsız bir maske dolanıyor kabuklarımın yüzeyinde. Tüm o sarmaşıklarla dolu ormanın içerisinde acele ile yürürken ben, önüme düşen gölgenin hüznü ile birlikte; boğazımı kesen dikenler henüz canımı acıtmıyordu. Dolunay gözlerimin üzerine çarpıyor ve o buz gibi keskin soğukluğun hemen ardından ürkek bir ifadeyle hücrelerime doluyordu.
Bu sırada perdenin arka tarafında bilincim sessiz, doğrusal ve bağıl olarak hızlanan; üstel biçimde çoğaldıkça, gittikçe kısalan kalp atışlarına doğru ilerlemektedir. Üzerime doğru akan tüm o bal rengi parçacıklar; hızla, kırılan irislerinin ortasında yaşayan o ıssız karadeliğe doğru çekilmektedir. Ben konuşurken, sen gözlerini sonuna kadar kapatmış ve bir arının şeffaf ses tonunu boğazındaki titreşimlerde hissetmektesin; böylece, sadece bir anlığına kesiliyor nefesin: Yutkunuyorsun; istemsizce üstelik…
—Bu yüzden, korkunç bir yaratığa dönüşüyorum geceleri.
Hiçbir şekilde var olmamış, Evren’de maddi bir alana sahip olmayan, hiçbir enerji değeri taşımayan ancak ruhumu mutlak olarak bağlayan ve kaplayan; o cisimsiz, saf geometrik ve alegorik öznenin düştüğü perdenin arkasından sesleniyorum sizlere. Kanatlarımın sarsılışının septik ritmi ve himayesinde canlanan; birleşmiş yoz rüyalarımda kaburgalarımın hissizleşmesine sebep olan örtük/sembolik varlığın gölgesinden doğmuş bir benlikle sizleri tanıştırmak isterim…
Perdenin aralanmasıyla birlikte, dolunayın dolaylı nefesi içeri girmeyi sabırsızlıkla beklemektedir ve Evren; zihnimin arka odasından içeriye aniden girerken parmak izlerini dışarıda bırakır ve benliğimin merkezindeki tasarımcıya sessiz bir selam verirdi. O andan itibaren odamda tüm o karanlık, soyut ve muğlak tanımlarla baş başa kalmakta olduğumu iyi bilirdim.
Avuçlarımda eriyen mum ışığı serin, ıslak ve şeffaf duvarlarda yankılanırken; Erdem, vicdanın kıyısına vurmuş hür cesetlerin eşsiz akustiğine kulak verir. “Tanrı, yarattığım bütün bu gerçeklik senfonisini kutsayacak mı dersin?” Her ne kadar, tüm bu deneyimin konakçısı olsa da gözlerimin arka perdesi; bilakis böylesi bir benlik için barınacak bir kovan, çınlamak için bekleyen ideal bir algı melodisi ve hakikat için bir mezarlık olacağını anlatırdı gözlerin:
“Daha ilk bakışta üstelik: Açık ve seçik.”
Zihnimin derinliklerinde, hiçlikten gelen düşünceyle birlikte canlanan; ani bir yıldırım sırasında sarsılan ve bana geleceğin geleceğini müjdeleyen kahin, yaşamın eskiyen penceresi önünde diz çökmüş ve ismini zikretmektedir. Öyle ki kalkarsa gözlerimin önündeki iradi sis perdesi, bir kez daha işittiklerimi algıladığımı iddia edebilir ve belki de bunun için Erdem’in üzerine bile yemin edebilirdim.
“Onun damarlarında dolaşan zamandan bağımsız olsam da, bilinç akışından ayrık bağıntılar arasında gezinebilir; onu tamamen kontrol edebilir ve algılarının arasında sinestezik parantezler açabilirdim.”
Yükselen tüm o fısıltıları işitirken sen; içinde yankılanan titreşimleri tüylerinin arasında hissetmek, bir kargaya oldukça ağır gelebilir… Bilincinde sıkışan ışık demetleri, unutulmuş siyah bir yılanı derime davet edebilir veya bir arının kanatlarına ev sahipliği edebilirse eğer odamın siyah perdesi; anlık oluşan düşsel bir ileti, tüm Evren’i tek bir çırpıda temsil edebilirdi.
—Zaman doldu; öyle de oldu üstelik… İblis, bir kez daha gölgeler diyarından çıkıp gelmişti.
“O vakit esen sert bir rüzgarla birlikte, Evren’in Karanlık Perdesi sonuna kadar açılır ve kısmi bir aynanın karşısında görürdünüz ışığın şaibeli hakikatini. Bu sırada bilincimi sarsan sezi, gerçekliğin yerinden oynamasını izlemek için yeterli bir sebeptir. Bir örümcek odanın uzak köşesinde, usulca bu sesi bir kez daha duymak için öylece beklemektedir…”
Gündüz oluyordu, gece oluyordu üstelik: “Evren, hep mi böyle karanlık?” diyorum içimden; “Bu oda, hep mi karanlık dersin?” Soğumuş kor düşüncelerimle derin bir uykuya dalıyorum şimdi… Simsiyah bir perdenin gölgesinde ölüyorum! Perde kapanıyor; cehenneme gidiyorum…
Yanardağın altından geçen nehrin kıyısına doğru bir kayıkçı usulca yaklaşıyor. Neşeyle Yunanca bir şarkı mırıldanıyor: “Bana her şey seni hatırlatıyor!”
Anlıyorum ki Tanrı Erdem’i yanına alıyor. Böylece Masiva’da, yalnız bir Evren kalıyorum. “Tanrım! İçindeki koca boşluktan mı yarattın beni? Bu yüzden mi sabahları göğüs kafesimde büyük bir boşlukla uyanıyorum?” Evren’e her veda edişimde, bir kez daha çığlıklar eşliğinde tamamlıyorum; özenle çizilmiş o görkemli, sonsuz ve sınırsız daireyi. Evimin duvarlarında bu tiz seslerin hiçbirine yer yoktur üstelik. Sesimin perdesi yukarıya doğru çıkarken içimden düzenli aralıklarla tekrar ediyorum:
“Aşağıdaki de yukarıdaki gibidir.”